14 Ekim 2010 Perşembe

SAYIN AHMET NARİNOĞLU’NUN ADANA HAYALLERİ …

-Ahmet Narinoğlu, Andırın’ın bir dağ köyünde doğmuş, Karaisalı Kaymakamlığı ve Adana Vali yardımcılığı da dahil ülkenin pek çok yerinde yöneticilik görevinde bulunmuştur.
-Adana hakkındaki araştırma-plan ve projelerini hayata geçirmek için Büyükşehir Belediye Başkanlığına adaylığını da açıkladı.
-Sayın Narinoğlu Adana’nın Tarihi kent kimliğine kavuşması için yoğun çalışmalar yapıyor.
O’nunla ilk tanıştığımızda sevecen bir bakışla elini uzatmış ve “merhabalar sayın hocam. Sizinle Ankara’da 1970’li yıllarda Üniversite öğrencilik yıllarımızda tanışmıştık. Aradan yıllar geçti. Şimdi Adana için ve tarih bilimi için neler yapıyorsunuz?” demişti. Kadirlili olduğumu ve eşimin de Andırın Anacık köyünden olması dolayısı ile kendisi ile yakından gönül bağımız doğdu. Çünkü o’da Andırın’ın Geben beldesine yakın Sis/Bunduk yöresindeki bir dağ köyünden idi.  Ve ilk tanışmamız ve konuşmamız 2000’li yılların başlarında gerçekleşmişti. Kendisi Adana Vali Yardımcılığı görevinde bulunuyordu. Sonra onunla evinde buluştuk. Kayın validesi benim de aynı zamanda okuduğum Cumhuriyet İlkokulu öğretmenleri arasında bulunan Dana Carıllı idi. Mesleğinde titiz, çalışkan ve bir o kadar da eğitimde öncü ve  başarılı bir insandı. 
     Hakkında bilgiler verdiğim ve yakından tanıma imkanına kavuştuğum kişi sayın Ahmet NARİNOĞLU idi. Kısa süre önce İstanbul Kağıthane Kaymakamlığı görevinden istifa ederek Adana’ya gelmiş ve Büyükşehir Belediye Başkanlığı için adaylığını açıklamıştı.  Adana’yı bir dünya kenti yapmak için elinde çok sayıda uygulanabilir plan ve projeleri vardı.
ADANA KİMLİĞİNİ CANLANDIRMA ÇALIŞMALARI…
Sayın Narinoğlu’nun Adana hakkında öncelikle gündeme getirdiği konular arasında kentin 5 bin yıllık tarihinin merkezi olan Tepebağ’daki tarihi mirasa sahip çıkma düşüncesi vardı. 20.yüzyılda çarpık kentleşme ile adeta yok edilen tarihi Adana kentinin ayakta kalan son eserlerine sahip çıkma ve tanıtma yönünde ciddi çalışmaların yapılması gerektiği görüşlerini açıkladı.  Adana Havaalanı’nın Şakirpaşa mahallesi ile bağlantılı Ana yol kıyısında bulunan Atatürk’ün 1918 yılı kasım ayı içinde birkaç gün kaldığı tarihi konağın korunması olayına el attı.
     Sayın Narinoğlu, 1980’li yılların başlarında Kaymakamlık yaptığı Karaisalı ilçesi için “Kuvayı milliye gününün” tespit edilmesi ve kutlanması çalışması ile yörede tarih bilincinin canlandırılması ve genç kuşaklara benimsetilmesine öncülük etmişti.  Zaman içinde Andırın ilçesinin sosyo-kültürel ve ekonomik kalkınması için hemşehrilerini bir araya getirerek sivil toplum hareketini başlattı. Toplantılar düzenledi. Ve ben bu toplantıların çoğuna da katıldım.  Görevi gereği İstanbul Kağıthane Kaymakamı olarak çalışırken bile Türkiye genelinde Andırınlıları bir araya getirme çalışmalarını yürüttü.  Sabırla ve inatla yıllardır hizmet verdiği Adana’ya, doğduğu Andırın’a, aile özlemi içinde bulunduğu Kadirli’nin kalkınmasına yönelik araştırmaları, projeleri vardı. Kendisi ile Çaldağı eteğindeki Camili köyünde Ermenilerin 15 Haziran 1920 tarihinde yaptıkları saldırı ve tahribatlarla ilgili Rifat Kodal çiftliğindeki tespit çalışmalarında bulunmuştum. Çalışmalarımız hızla ilerledi. Bir noktaya gelince tıkandı kaldı. Umutlarımız kırılmasın diye projenin neden böyle sonuçlandığı hakkında sessizliğe büründü.
    Ama son görüşmemizde Adana’nın Fransız işgalinin ilk günlerinde Taşköprü başında şehit edilenler içinde olduğunu… Yine akrabalık bağı içinde bulunduğu 1919 yılı içinde Beyrut’tan Adana’ya gelerek önce Valilik’te memur olarak çalışan sonra da telgraf işlerini yürüten Hasan Carıllı’nın fedakarlıklarını anlattı. Atatürk, 1927 yılında Nutuk kitabını yazarken Adana’nın düşman işgali altında fedakar çalışmalar yürüten telgraf memurundan bahsettiğini….Bu konuda şimdi resmi belgeleri bulmak için çalışmalar yapılması gerektiğinden bahsetti. Milli mücadeleden sonra Hasan Carıllı’nın kendisine verilen istiklal madalyası, maaş ve her türlü maddi ödülü kabul etmeyerek “Ben vatan görevinde bulundum. Karşılığında hiçbir şey istemiyorum” dediğinden bahsetti.
    Sayın Ahmet Narinoğlu, şimdi Adana halkının ve kamuoyunun da desteğini alarak yaklaşık 30 yıldır sürdürdüğü yöneticilik, plan-proje hazırlama, kentsel dönüşüm-gelişme çalışmalarını yıllardır içinde yaşadığı Adana’nın 21. Yüzyılda bir dünya kenti olması yönünde destek ve görev bekliyor.  Bu saygıdeğer hemşerimizin Allah yar ve yardımcısı olsun…

KAHRAMANLAR DA AĞLAR

    -Adana şehir merkezi Abidinpaşa caddesi kıyısında tarihi Roma Sarayı harabesi tem kısmında yapılan kazılarda  Orpheus Mozayiği bulundu.
     -Sevdiği insanın arkasından ağlayan Orpheus’un gözyaşı dökerek söylediği ağıta hayvanlar ve kuşlar da katıldı.
     -Orpheus’un mozayiği şimdi Adana Müzesinde görülebilir.

     Yaşadığı şehri anlatıyordu, meraklı izleyenlere… Burası Taşköprü, hemen batı yönünde kalekapısı ve onunla bağlıntılı antik kentin ana caddesi yani “aksı”nı görüyorsunuz.Burası bugün Abidinpaşa caddesinin de olduğu yer.  Antik kentin yönetim merkezi ,saraylar, tapınaklar da burada idi. Sonradan Tepebağ’ı çevrelen alanda sur duvarları yükseldi. Biraz da güvenlik endişesinden dolayı iç kale, sur duvarları birbirini tamamlıyordu. Ramazanoğulları zamanında Adana kenti sur duvarlarının dışına taştı. Güneye doğru büyüdü. Ulucami ve etrafındaki Ramazanoğulları vakfının bulunduğu yerler şehrin merkezi haline geldi.  Ama tarihi Adana kentinin hiç değişmedi tarih boyunca işte şu gördüğünüz  “doğu-batı aksı/ ana caddesi”…
     Gençliğinin baharındaki genç bilim adamı Adana’yı anlatırken izleyenleri tarihin derinliklerine doğru bir yolculuğa götürüyordu. Kendisini izleyenler merakla ne diyeceğine bakıyorlar biraz da derin derin düşünüyorlardı.  Sonraki günlerde sayın araştırmacı kenti Tepebağ etekleri boyunca çevreleyen sur duvarlarının son parçasını buldu.  Yaşanmış bir tarihin Adana kentinin antik döneme ait görünüşünü ortaya çıkarmaktan çok mutlu idi. Konuşmaları heyecanlı,bakışları heyecan ve sevgi dolu idi.  Bilgiyi paylaşıyordu, insanlarla sadece.
    Ama sayın araştırmacının bilgi sunmadığı bir konu vardı: Antik kentin aksı/ana caddesi üzerinde Romalılar zamanından kalma tapınak harabesi zemininde 1960’lı yıllarda yapılan bir kazı çalışmaları esnasında mozayik göüntüsü çıkmış, Müze yetkilileri  tarafından sökülerek yerinden alınmış ve korunmak üzere götürülmüştü. Bahsi geçen mozayik, elinde müzik aleti çalan genç bir insanın etrafında kuşlar ve hayvanlar dolaşıyor olarak görüntüye yansımıştı. .  İnsanı duygulandıran sesler müzikle yansıyordu etrafa, kulakları çınlatıyor, kalpleri titretiyor, sonra da gözyaşı dökülmesine neden oluyordu.
Bahsi geçen mozayik  tarihi belgelerde “müzik çalan orpheus” adıyla tanımlanıyordu. Grekler zamanından kalan bir efsane canlandırılıyordu.  Sevdiği karısı Eurudike’yi kaybeden Orpheus, ölüler ülkesi tanrılarına yalvarmış ve onun geri gelmesini istemişti. Sevgilisi yanına gelirken bu mutluluğu kıskanan Zeus tarafından şimşekler çakmış, kötü insanlar bin bir türlü engeller çıkarmışlar… Eurudike’de yeniden ölüler dünyasına gitmiş… Sevgilisine kavuşamıyan Orfeus, elindeki müzik aleti ile kuşlara, hayvanlara, taşlara,ağaçlara şarkı söylemeye başlamıştı. Yürekleri dağlayan gözyaşlarının hiç eksik olmadığı bir aşk hikayesinin kahramanı olan ORFEUS da sonunda parçalanarak öldürülmüştü.
    Araştırmacı sonraki günlerde mutluluğu aradı hep insanlarda… Ama bulamadı bir türlü. Engeller çıktı aşamadığı. İntihar etmek istedi ama olmadı. Dünyanın türlü halleri içinde yuvarlanıp duruyordu. Hep sonsuz mutluluğu arayan peşinde koşan ama hiçbir zaman bulamayan… Tıpkı Orfeus mozayiğinde anlatılmak istenen gibi!




10 Ekim 2010 Pazar

BİR EŞKİYA BAŞI’NIN ADANA’YA ‘VALİ’ OLMASI!

         -Osmanlı yönetimi Payas yöresine hakim olan  derebey ve eşkiyabaşı Küçükalioğluna söz geçiremeyeyince onu “Vali yapmaya” karar verdi.
          -Küçükalioğlu Valilik maaşını az buldu. Misis köprüsünü orta yerinden kırdırdı. Ve yolcuları paralı olarak gemiyle taşımayabaşladı.

        
         Merak bu ya... 1830'lu yıllarda İngiltere'den Küçük Asya'ya (Anadolu ) gelen BARTLETT, uzunca bir süre Çukurova ve civarında dolaştı. Yanında görüntü çizim ustası (gravürcü) MURDOCK olduğu halde Misis'e geldi. Tarihi köprünün Adana'ya bakan tarafındaki ayağına yakın bir yere oturdular. Murdock, sehpasını kurdu. Kalemlerini, boyalarını çıkardı. Karşısındaki manzarayı çizmeye başladı. Hemen biraz ilerisinde yere oturmuş arkalarını taşlara vermiş birbirlerine hal hatır soran sohbet eden insanları, az ilerde ırmak kıyısındaki muhafız askerleri ve birbiri peşi sıra köprüye doğru ilerleyenleri çizmeye başladı. Köprünün karşı tarafındaki kalekapısı, kervansaray bütün ihtişamı ile görüntüye yansıdı. Ceyhan nehri zahir o gün boz bulanık akıyordu. Misis kalesi ve ırmak kıyısındaki değirmen de görüntüye  girmişti. Murdock'un çizimine dikkatle bakan gözlerin hemen fark edeceği bir husus vardı ki... Köprü tam orta yerde kırılmış veya çök­müş olmalı idi. Ayaklar arasına tamirat çalışmalarını yansıtan bir durum vardı.  Tabii akla gelen ilk soru: Köprüye ne olmuştu? Çürümeden dolayı bir çökme veya yıkıntı mı yoksa bir başka sebep mi vardı?
         Misis köprüsünün orta yerindeki çatlak veya çöküntü 1830'lu yıllarda­ki bir gravüre böyle yansırken herhalde olayları en iyi bilen yine köprü başındaki palmiye ağacının yanındaki elleri silahlı muhafız askeri olabi­lirdi.
         EŞKİYAYA VEYA DEREBEYE GÖREV VERİRSENİZ
         1750-1850 yılları arasında geçen yüzyılda garip haller olmuştu, Misis köprüsü ve civarında. "Cadde" diye tabir olunan uzun bir kervan yolu geçiyordu Misis'ten... Gülekboğazı, oradan Karaisalı vadileri, Adana, Çaldağı eteklerinden Misis'e ulaşan kervanlar, burada biraz konaklar, "köprüden geçiş vergisi" öder, öylece giderdi hac ve tüccar kervanları... Biraz ilerde Kurtkulağında mola verilir, ondan sonra Payas kalesine ulaşılır, burada konaklanır, sonra Belen geçitlerinden gidilerek Antakya'ya oradan da Halep'e ulaşılırdı. Bahsi geçen kervan yolu Osmanlı'nın Ortadoğu'daki can damarı durumunda idi.
         1750'li yıllarda Gavurdağları eteklerinde güçlenen etrafına kendi adamlarını toplayan Küçük Ali, Misis'ten Payas'a giden kervanlara saldırdı. Ele geçirdiği malları ganimet babında dağlara kaçırdı. Gavur dağları, derin va­diler, ormanlar, uçurumlar, kaleler ile dolu idi. Dağlara saklanan bir eşkıyayı bulmak da çok zor idi. Aslında Küçük Ali, masum görünüşlü köksüz bir eşkiya değildi. Dadaloğlu'nun deyişiyle "Bozok Handan sürer gelir ötesi, Özeroğlu Seyfi Handır atası" övgüleri Küçük Ali'ye söylenmişti. Küçük Ali, aslında kendisini soylu bir Türkmen beyi olarak görüyor, "Özer ili" olarak isimlendirilen Payas civarına sahip olmak istiyordu. Küçük Ali, Gavur dağları eteklerinde eşkiyalık hareketlerine başlamış, dağdan aşağıya doğru bir taş yuvarlamıştı.
         Küçük Ali'nin ölümünden sonra oğlu Halil 1780'li yılların başlarında başına topladığı yüzlerce adamı ile birlikte Payas yöresindeki kervan yolunu basmaya başladı. Osmanlı yönetimi Halil'i kendisini bağlamak baskınları önlemek istedi. Halil'e "Payas beyi", "Kapıcı başı", "Mirliva" unvanları veril­di. Beylik çadırı kurmasına, kürk giymesine, kılıç kuşanmasına izin veril­di. Şanlı şöhretli bir "bey" sayılacaktı, ancak esas görevi "padişahın kapısını bekleyen" sadık bir bende veya "kapıcı başı" olarak kalacaktı. Bir yerde yönetim, Halil'i Payas Sancağı'nın en büyük yöneticisi tıpkı bir vali gibi
 ünvanlara layık görüyordu. Sadece uslansın, kervanları basmasın, topladığı vergilerin bir kısmını kendisine alsın ama önemli bir kısmını Padişaha yol­lasın diye.
         Halil, bir türlü uslanmadı. Halep'ten Payas'a gelen hac kervanını bas­tı. Kadı efendiyi esir aldı. 4.000 kuruş karşılığı fidye alarak serbest bı­raktı. Olaylar sonrası Halil yakalanmadı. Tekmil Çukurova'nın en büyük Vali‘sinin istekleri, padişahın da onaylaması üzerine Halil ile mücadele etmektense yöreden toplanan 6.000 kuruş verginin 2.500 kuruşunu Halil"e bıraka­rak affedilmesi uygun bulundu. Af fermanını Adana Valisi Ali Paşa, Halil'e ulaştırdı, 1781 yılında...Halil, daha daha büyük mertebeye yüceltildi. Ken­disine "PAŞA" unvanı bile verildi.
         "Alışmış kudurmuştan beterdir" derler ya... Halil bir türlü uslanmadı. Yine yol kesip haraç almaya başladı. Koskoca Osmanlı Sadrazamı Halil sorununu kökünden halletmek için 3.000 asker, gelişmiş top ve tüfenkler ile Payas'a geldi. Payas'a bakan Gavur dağlarında zorlu savaşlar oldu. Halil yine yakala­namadı. Osmanlı'nın hac ve tüccar kervanları, Payas'tan öteye İskenderun'a yine geçemiyordu. Karataş sahillerine gelen kervanlar, gemiler ile İskende­run veya Samandağ sahillerine çıkarılıyor, öylece Halep'e doğru yol alıyor­du, 1786 yılında. Arkasından Adana Valisi Yusuf Paşa, Halil üzerine külli­yetli asker ile yürüdü.9000'i aşkın askeri güç Halil'i yine yakalayamadı, Gavur dağlarında.
         Fransız Devriminin yaşandığı 1789 yılında Adana eyaletinin kuzeydoğu kıyısındaki Payas yöresinde Osmanlı yönetimi Halil ile yine baş edemedi.O'nu Padişah III. Selim'in tuğralı fermanı ile 1791 yılında "Mirimiran" unvanıy­la geçmiş suçları affedilerek en güçlü "vali ve bey" yapıldı. Halil için makam, mevki, post, tuğlu çadır, validen daha üstün durumda itibar tamam ama bütün bunlar para etmiyor ki!.. Halil, beyliğinin güney sınırında bulunan Misis'e geldi. Köprüyü kontrolü altına aldı. Köprübaşındaki bac (gümrük) kapısından 25.000 kuruş gibi yüklü bir gelir elde edildiğini öğrendi. Kervan­ların köprü üzerinden geçişine izin verse, alınan vergiler deftere işlene­cek, Adana Valisine vergi verilecek. İyisi mi köprünün orta yeri kırılırsa veya çökmüş olursa gelen geçenden vergi alınamazdı. Gelişmeler de bu yönde oldu. Halil'in adamları köprünün her iki yanına gemi vazifesi gören kayıklar yerleştirdiler. Toplanan paraları da öncelikle Halil'in "cebine" gönderdi­ler.  Ta ki 1830'lu yıllarda İngiltere'den gelen gravür çizim ustası Murdock Misis'e gelip köprünün görüntüsünü belgeleyinceye kadar çatlak veya çö­küntü ayan beyan belli idi.
         Halil'in akibeti ne mi oldu? Yüksek yüksek görevlere gelmesine rağmen bir türlü uslanmadı. Payas iskelesinde bulunan Fransız gemisine saldırdı. Malları yağmaladı, dağlara kaçırdı. Sattı. Ki miktarı da 168.000 kuruşu bu­luyordu. 1803 yılında Mekke'den gelen hacıları yine Payas yakınlarında soy­du. Mallarını rehin aldı. Adana Valisi, 100.000 kuruş fidye ödeyeceğini söy­leyince hac kervanı serbest bırakıldı. Emri hak vaki oldu ve Halil, eşkiyalığı arşı alaya çıkan ünlü Türkmen beyi veya yönetimin emirler emiri 1803 yılında ansızın darıbekaya rıhlet etti (ebedi dünyaya göçtü).Geride Osmanlı Arşi­vinde bir sürü belge ve bay Murdock'un Misis köprüsünün çökmüş halini yansıtan gravür  bırakarak.

MİMAR DUYGU SABAN’I DİNLERKEN!...

-Mimar Duygu Saban, Adana’nın kent mimarisi ve Jansen planı hakkında açıklamalar yaptığı konuşması dikkatle izlendi.
   -1918 ve Alman Mimar 1930’lu yıllardaki Adana kent planı hakkında ayrıntılı bilgiler verdi.
    -Adana’nın  tarihi kalesi ile ilgili bilimsel araştırmaları ile başarılı olan sayın mimar’ın Osmanlıcayı bilmesi ve ana kaynakları görmesi halinde çok daha başarılı olacağını düşündüm. Ve kendisini kutluyorum.
     Çukurova Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Öğretim Üyesi Sayın Duygu F. Saban, 8 Ekim 2008 Çarşamba günü  Taşköprü yanındaki eski Osmanlı İdadi (Lise) binası salonunda Adana’nın tarihi kent planlamaları hakkında bilgiler veren görsel sunumunu gerçekleştirdi.  Özellikle Osmanlının son döneminde yaşanan şehirciliğin gelişimi hakkında verdiği bilgilere ek olarak 1918 yılında Fransızların Adanayı anlatan planlama çalışmalarına yer vermesi ilginç idi. Konuşmaları arasında sık sık 1918 planlaması ile ilgili belgeleri göstererek yorumlar yaptı. Sonra da Cumhuriyetin kurulması ile birlikte 1930’lu yıllarda gündeme gelen Alman Mimar Jansen’in planlaması hakkında ayrıntılı açıklamalar yaptı.
 Akıcı bir konuşma tarzı ile izleyenleri tarihin gizemli ve büyülü yıllarına götürdü. Son derecede başarılı bir kompozisyon çizdi. Belli ki akademik araştırmaları esnasında elde ettiği bilgileri sunum tekniğine de uyarlayarak gerçekleştirmeyi tercih etmişti.
    Alman mimar Jansen’in 1935 Adanası için kentin kuzeye doğru kayması yeni yerleşim yerlerinin oluşması Atatürk caddesi ile Ziyapaşa bulvarının geniş ve ağaçlıklı olması, eski Şakirpaşa istasyonunun kuzeyi ile Demiryolunun geçtiği Yüreğir’in kuzeyinin sanayi bölgesi olarak düşünülmüş olması hakkındaki bilgileri gelişen modern Adana’nın bir tasarımı idi.  Özetle Osmanlı’dan cumhuriyete Adana’da kent planlaması hakkında bilgiler verdi sayın mimar…
   DUVARLAR ARKASINDAKİ GERÇEKLERİ DE GÖRMESİ GEREKMEZ MİYDİ!
    Sayın Mimar’ın konuşması esnasında Adana’da ilk Otel’in cumhuriyetin ilanını izleyen yıllarda çalışmasına başladığını açıklaması ve üzerinde ısrarla vurgulaması manidardı.  Sayın Mimar, akademik ünvanı gereği mesleki başarısını Avrupa’da aldığı eğitimle pekiştirerek kendi araştırma sonuçlarını sunuyordu izleyenlere. Alman mimar Jansen’in  kendi ülkesi şartlarına uyarladığı kendi felsefesinin ürünü olan bakış açısı ile hazırladığı Adana’nın kent planı bir bakıma tarihi sur içi ve Tepebağı çevreleyen alandan kuzeye doğru genişleyen Adana’nın kentsel gelişimini gösteriyordu.  Sayın mimar’ı dinledikten sonra eve geldim ve kısa bir arşiv araştırması yaptım. Kurtulmuş savaşının bitmesi ile birlikte 1923 yılında Atatürk’ün Adana’yı ziyareti anısına Türkçe öğretmeni Remzi Oğuz Arık tarafından hazırlanan Adana Ticaret Rehberi kitabına göz attım. Ve kitabın 130. Sayfasındaki işyerleri listesine göz attım. Savaş bitiminde bile Adana’da 9 otel, 21 han, 8 eczahanenin sayısı veriliyordu.  Peki sayın mimar en kısa yoldan “Adana’da cumhuriyetin ilanı sonrası 1 otel açıldı” bilgisini vererek Osmanlı döneminin geri kalmışlığı ve her şeyin cumhuriyetin ilanı sonrası hızla geliştiği mesajını özellikle neden üzerine basa basa verme ihtiyacı duymuştu.  Kendisinden söz isteyip harf devrimi sonrası  (1928’i izleyen yıllarda) Türkiye’de ve özellikle Adana’da  tarih kent arşivinin yerel yöneticiler tarafından ırmak hamamı yakınındaki depolardan at arabaları ile alınarak Taşköprü aşağısında it adasında yakılmış olduğunu dolayısıyla geçmiş tarihi bilgilerle ilgili hafızanın karartıldığını yapılan açıklamalar ve verilen rakamların sadece duvarın bir tarafını görmek ve göstermek anlamına geldiğini  söylemiş olsaydık ne olurdu.  Sayın mimar akademik ünvanı gereği mükemmel İngilizce biliyor olabilir, mimar Jansen’in kent planını yorumlarken de Almancasını da geliştirmiş olabilir. Ama onun bilemediği bir “bilgi kapılarını açan” kapı vardı ki o da Osmanlıca idi.  Yani Türkçenin Arap harfleri ile yazılmış kaynakları olan belgeler kitaplar vs… vs…
    Adana’nın 16. Yüzyılına ait kalekapısı, sur içi bölge, Ramazanoğulları dönemi hakkında araştırmaları ile de tanınan sayın mimarın Adana’nın tarihi mimarisi konusundaki bütün yazdıklarını gözden geçirmesi gerekir.  Gün olur ki karanlıkları aydınlatan ışıklar “müsademei efkardan Barika-i hakikat doğar” (fikirlerin çarpışmasından gerçeklerin ışığı ortaya çıkar) sözlerini doğrular.  Bu yazıları yazarken gözümün önüne sık sık kullandığım şu sözler geldi:
“Tarih ve toprak ses verir,
Hayaller ve duygular gerçekleri ortaya çıkarır”…
    Tavsiyem odur ki, sayın mimar en kısa zamanda “Osmanlıca” sını geliştirir, Adana’nın kent mimarisine bakışlar yaparken karanlıkları aydınlatır. Kendilerini kutluyor ve saygılarımı sunuyorum.

ERMENİ MALLARI, ÇİFTLİKLER, FABRİKALAR KİMİN OLDU!

-Ermenilerin Çukurova’dan ayrılması ile birlikte geride kalan fabrikalar ve çiftlikler el değiştirdi.
     -Taşköprü başında Küçük Mustafa bilinmeyen kişiler tarafından öldürüldü.
     -Kuvayı Milliye’nin savaş günlerinde topladığı paradan arta kalanlar “devlete teslim edilmedi” görüşleri hep dillendirildi.


         Bir yanda Anadolu'yu kendi aralarında anlaşarak paylaşa   ve arkasından da işgal eden "düşman" durumdaki ülkeler... Diğer yandan da canını, malını namusunu korumak uğruna ölümüne mücadele veren Anadolu insanının tarih sah­nesindeki görüntüleri.
         Fransızların Çukurova'yı işgali beraberinde bir sürü hukuki sorunu da getirdi. Fransızların beraberinde sayıları 100 bini bulan Ermeni de Adana’ ya gelmişti. Şehir merkezi ve ilçelere, köylere, mezralara dağılan Ermeniler, öncelikle Osmanlı zamanından kalan kendi mal ve mülklerini elde etmenin peşinde oldukları kadar, arkalarını Fransız Hükümetine, biraz da kendi silahlı güçlerine vererek Türkleri sindirmek, ezmek peşinde idiler. Her neyse Fransız idaresinde işgal ve Çukurova'yı ele geçirme düşüncelerinde başarılı olamadılar. Ankara Anlaşması gereği (20 Ekim 1921) Adana'yı terk ederek ülke dışına çıktılar. Geride bıraktıkları mal ve mülklerini gözyaş­ları içinde seyrederek. Düşman durumdaki Ermeniler ve Fransızların Çukur­ova'yı terk etmelerini sağlayan gelişmeler biraz yöre halkının Kuvayi milliye saflarında mücadele vermesi, biraz da Sakarya Savaşında Anadolu insanının Yunan Ordusunu durdurmasına dayanıyordu. Kısacası Sakarya'nın meyvesi Ada­na 'yı Fransızların boşaltmasıyla sonuçlandı. Ancak!..
         ... TEMMUZ'UN SICAK BİR GÜNÜNDE...
         Tarih 24 Temmuz 1922'yi gösterirken Milli Mücadeleyi halk iradesiyle başarılı bir şekilde sürdüren Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin tarihi bina­sında Reis Gaziantep Milletvekili Ali Cenani Başkanlığında toplanan mebus­lar Maliye Bakanı Hasan Fehmi Bey'in Adana vilayetinde el değiştiren mülk­lere verilen tapu belgeleri hakkında açıklamalarda bulunuyor, Meclis üyele­rinin görüşlerini alıyor.
         Olayın önemine dayanarak Osmanlı'nın son döneminde 1915 yılında TEHCİR (zorunlu;göç) uygulamasına uğrayan Ermeniler'in taşınmaz mal ve mülkleri­nin korunması, kiralanması, satılması Hazine'ye ve Ziraat Bankası'na bırakılmıştı. Osmanlı Hükümeti, kendi tebası (yurttaşı) durumundaki Ermenileri korumayı ana politika olarak benimsedi.
         Fransız ordusunun Aralık 1918 içinde Adana ve civarını işgal etmesiyle birlikte şartlar değişti. Adana'ya gelen Ermeniler, daha önceki mal ve mülklerini istediler. Fransız yönetimi anlaşmazlıkları çözümleme (tesviye-i Mesalih) mahkemesini kurdular. Gelişmelerden Türkler zarar gördü. Yalancı şahit ve belgelerle Türklerin malları ellerinden alındı. Ancak Aralık ayı 1921 içinde Fransızlar ve Ermeniler Adana'dan ayrılırken durum tersine dön­dü.  Şimdi mal ve mülklerine yeniden sahip olmak isteyen Türkler ile geride taşınmaz mallarını bırakan Ermenilerin servetinin el değişmesi olayı gündeme geliyordu... Sıcak bir Temmuz gününde 1922 tarihinde. Türk ordusu bir yanda Batı cephesinde Yunan ordusuna karşı büyük taarruza hazırlanırken.
         GİZLİ OTURUMDA SESLENDİRİLEN GÖRÜŞLER
         TBMM'in 24 Temmuz 1922 tarihli gizli oturumunda Maliye Bakanı Adana'yı terk eden Hıristiyanların (özellikle Ermeniler) mallarının el değiştirilmesi konusunda yeni bir kanun yapmaya gerek olmadığını, TBMM'nin Hükümete emir vermesi veya Hükümetin Maliye Bakanlığı emriyle bu işi çözümleyeceği yönün de tavsiye kararı almasıyla sorunun çözüleceğini açıkladı.
         Fransız işgali süresince Albay BREMOND'un aldığı kararlar gereği el de­ğiştiren tapuların iptalinin mümkün olduğu, ancak işgal süresince bile Osman­lı hukukunun devam ettiği üzerinde durdu. Karmaşık hukuk mevzuatı içinde hak sahipleri ya mahkemeye başvuracaklar veya Bakanlığın alacağı bir karar ile ilgili devlet kuruluşları (Hazine, Ziraat Bankası) hak sahiplerine taşınmaz mallar verebilecektir.
         ADANA MİLLETVEKİLİ İSMAİL SEFA KONUŞUYOR
         İsmail Sefa (Özler), aslen Adanalı bir öğretmen iken vatanperverliği dik­kate alınarak 23 Nisan 1920'de TBMM'ye Adana Milletvekili olarak girmiş, Çukurova'da  düşmana karşı mücadelenin verildiği bir sırada Mustafa Kemal'in de desteğiyle 5 Ağustos 1920'de Pozantı toplantısı ile "Adana Vali Vekili" görevine getirilmişti. TBMM'nin gizli oturumunda "mal ve mülklerin el değiş­mesi" söz konusu olunca İsmail Sefa Bey kürsüye geldi ve görüşlerini şöyle açıkladı:
         "Efendim, gerek Ziraat Bankası tarafından satılan ve gerek şahısların alacağından dolayı mahkemeden hüküm alınarak icra dairesi vasıtasıyla sattı­rılan bir takım Hıristiyan emlaki var. Fransızlar geldiği vakit bir emirle bunlar namına Tapuda (defteri Hakanide) yapılmış olan şeyin sahibi evvelle­rine teslim ve iadesi gibi bu yolda düzeltme yapılıyor. Mesele İstanbul'a yansıyor. İstanbul,  icra vasıtasıyla satılan muamelenin doğru olduğunu, dü­zeltme lazım gelmeyeceğini Adana Tapu dairesine bildiriyor, vilayete bildiri­yor. Bu muameleden sonra Fransızlar  Tahsisata (mülk vermeye) devam etmiyor. Hatta Bremon evvelce vermiş olduğu emri durduruyor. Yani Adana'da gerek Ziraat Bankasının alacağından dolayı sattırdığı ve gerek şahısların mahkeme­ye müracaat ederek  aldığı ilam üzerine icra vasıtasıyla sattırdığı arazinin, emlakin hepsinin kaydı ortadan kaldırılmış değildir. Bir kısmı edilmiştir. (: : Bir kısmının da İstanbul'dan gelen emir ve Bremon'un vermiş olduğu emrini durdurması üzerine boşlukta kalmıştır. Şimdi yapılacak düzeltme o bir kısım üzerinde yapılan tahrifatı tashih etmektir(düzeltmektir).
         Sonra en çok nazarı dikkate alınacak bir nokta var. Bizim mahkememiz, bizim teşkilatımız ve Devletin şubesi vasıtasıyla yaptırdığımız bir muamele­yi tashihde tereddüde ve bir takım  içli yollara saparsak, bugün dahi o mua­mele hala devam ediyor.  Bazı yerlerde Türkiye haricine çıkmış emlak sahip­lerinin  mal ve eşyası vergiye (aşara) borçlarından dolayı veya şahıslara yahut da Ziraat Bankasına borçlarından dolayı satılıyor. Eğer bir bugün bu mesele üzerinde  tereddüt, müşkülat gösterirsek şahısların alacakları, Hükü­metin alacakları zarar görecektir. Kimse talip çıkmayacak, kimse almayacaktır. Bunun sonucunda Mahkemeye sevketmektense, Meclis'ten idari bir karar  almaktansa Maliye Bakanlığına veya Hükümete(Heyeti Vekile), Yüce Meclis bir  emir vermelidir. Onlar da tashih ettirmelidir. Mesela bugün diyelim ki, ora­daki Tapu memuru herhangi bir adamın kaydı üzerinde tashihat (düzeltme) yaparsa Meclis'ten bir kanun çıkarmak mı lâzımdır. Doğrudan doğruya bunun tahkikatı için Meclis bir emir vermelidir. Meseleyi bitirmelidir. Bendenizin teklifim budur".
         Kaynak: TBMM Gizli Celse Zabıtları,3, İş Bankası Yayınları, Ankara-1985 sayfa:596-603
        
ÇİFTLİKLER EL DEĞİŞTİRİYOR
         Adana'nın yerlilerinden Muhittin GÜLOĞLU adındaki 70 yaşları  civarında gösteren bir beyefendi Haziran ayı(2000 yılı) içinde ataları­nın kökenlerini öğrenmek üzere Adana Fen Lisesi'ne geldi. Anlattıklarına bakılırsa Yavuz Sultan Selim zamanında Adana'ya yerleştirilmişler ve Koca  Mustafa Paşa'nın soyundan geldiğini ifade etti. Muhittin Bey, Adana'da milli mücadeleden el değiştiren çiftlikler hakkında ayrıntılı bilgilere sahipti. Verdiği bilgilere göre:
         -Seyhan nehrinin aşağılarındaki Gerdan köyünde Ermeni GÜLBENKYAN ailesine ait 4.500 dönüm çiftlik Niyazi Ramazanoğlu'nün eline geçer. Niyazi Bey, çiftliği Ali Homurlu ile birlikte işletir. Karslı köyünde de Gülbenkyan tepesi adıyla bilinen bir yer vardır. Gülbenkyan ailesinin Adana şehir içinde bulunan Yeni FABRİKA, el değiştirmeler esnasında Sabancılar'a geçer.
         -Sabancılar ailesi, Adana yakınlarında AĞBA'da bulunan Ermeni Gökdereliyan ailesinden Madama'nın çiftliğini satın alır. Madama, muhtemelen Gökdereliyan'ın kızı olabilir.
         -Adana yakınlarındaki Misis'in Abdioğlu'nda İsmail Sefa Özler kendisi­ne 12.000 dönüm çiftlik alır.Kardeşi Hazine Avukatı Abdurrahman Ali'de Cey­han'da 12.000 dönüm çiftlik alır. Hazine, Ermeni arazilerini satış kararı aldıktan sonra ÖZLER ailesi, rayiç bedelden, çok ucuz bir fiatla taksitle çiftlik sahibi olurlar. Bir diğer açıdan Kurtuluş Savaşından sonra en geniş arazi ÖZLER ailesinin eline geçer.

ADANALI AYICI ARİF’İN HİKAYESİ!

-Arif, Adana’da askeri İdadi’yi bitirdi. İstanbul Harbiye’ye gitti.
       -Mustafa Kemal ile aynı okulda ve sınıfta okudu, iki yakın arkadaş ve dost idiler.
       -Çanakkale ve Kurtuluş savaşında Mustafa Kemal’in desteğini aldı.
       -Ancak …

        
...AĞAÇLAR YAPRAKLANDIĞINDA...
         Bıyıkları yeni terleyen gençlerin Osmanlı Harb Okuluna giriş kayıtlarını yaptırmaları ne kadar heyecanlı olurdu. Manastırdan gelen Mustafa Kemal SELANİK!  Efendinin, Arif ADANA'nın 1315 (miladi-1899) yılında memleketle­rinden ayrılarak İstanbul'a Harbiye'ye giriş kayıtları yaptırmalarında da aynı heyecan yaşandı. Bir örneği padişaha sunulan kadife kaplı Harbiyeli öğrencilerin künye defterinde "Selanik Koca Kasımpaşa mahallesi gümrük me­murlarından müteveffa Ali Rıza efendinin mahdumu (oğlu) uzun boylu beyaz benizli Mustafa Kemal Efendi Selanik" yazan genç Harbiyeli Atatürk'ten başkası değildi. Onun aynı sınıfta okuyan Arif ADANA'da, Anadolu'nun güneyinden Adana'dan gelmişti, İstanbul'a... Karakeçili aşiretinden Yusuf Ziya Bey'in oğlu idi. O günlerde genç Harbiyeliler şimdiki gibi soy isimlerini kullanmıyor, mensup oldukları şehirleri soy şöhreti olarak alıyorlardı.
         Selanikli Mustafa Kemal ile Arif Adana Harb okulunda aynı sınıfta idiler. Görünüşleri de birbirlerine çok benziyordu. İki yakın arkadaş olmaktan öte, kardeş gibiydiler. Yemekhanede, yatakhanede, çarşı gezilerinde hep beraber olurlardı. Aynı ekmeği paylaşan, aynı suyu içen, havayı teneffüs eden "kader birliği yapmış" iki arkadaştılar. Harbiye'nin birinci, ikinci ve üçüncü sı­nıflarında Mustafa Kemal ilk on öğrenci arasında yer alırken, Adanalı Arif ise 18. sırada gözüküyordu. Mustafa Kemal'in diploma not çizelgelerinde en başarılı olduğu ders Akaidi diniyye (din kuralları) olarak gözükürken,  Arif ise Alman ve Rus dillerinden tam not alıyordu.
         Selanikli Mustafa, İstanbul'a Harbiye'ye büyük ideallerini gerçekleştirmek için gelmişti. Derslerine çok sıkı çalışıyor, eğitimi aksatmıyordu. Ciddi çalışkan olduğu kadar güven verici özelliği vardı. Arif ise memleketi olan Adana'nın özelliklerini taşıyordu. Adana'da okurken, ırmak kıyısında­ki Askeri İdadi'de geçen günlerini, yazın sıcaklarını, yaylaya gidişlerini, Adana kebabını, şalgamını, içli köfteleri, pabuç incirini çok seviyor olma­lıydı .
         Harbiye'yi bitirirken Mustafa Kemal, kurmay sınıfa ayrılmayı başarmış, kardeş gibi olduğu Arif Ona "Ya erkanı harp olamazsan ne yapacaksın" diye sorduğunda "muhakkak erkanı harp olacağım" diye cevap vermişti. Arif, Mustafa'ya Adana'nın ağalarını, beylerini, türkülerini tanıtırken Mustafa Kemal'da genç kızlarla iyi flört yapabilmek için Manastır'da öğrendiği vals dansını "öğretmekten büyük zevk alıyordu.
       

         MALUM OLDUĞU ÜZERE...
         Arif, Harp okulundan ayrıldıktan sonra genç kararlı, cesur bir Türk subayı olarak cephe hizmetlerini sürdürdü. Balkan savaşları, Çanakkale, Kafkas, Suriye cephelerinde görev yapmıştı. Mustafa Kemal ise, Şam, Trablus, Balkan savaşlarındaki görevlerinden sonra Çanakkale savaşının Gelibolu yarımadası­nın Arıburnu, Anafartalar, Conkbayırı savaşlarında üstün başarılarıyla birden bire sivrildi.
         Mustafa Kemal, düşman işgalinin başladığı günlerde İstanbul'da oldukça rahatsızdı. Anadolu'nun ve Türk vatanının içinde bulunduğu kötü şartları göz önüne alarak üstün yetkilerle milli mücadeleyi başlatmak istiyordu. Padişahın onayı, Başbakan Damat Ferit'in resmi talimatı doğrultusunda "Ser yaveri hazreti şehriyari (Padişahın baş yardımcısı)... ve 9. Ordu kıtaat baş müfettişi" ünvanlarıyla, devletten yeteri kadar mali destek, görev yapacağı arkadaşları­nı da seçerek Anadolu'ya gidecekti.  Teamül olduğu üzere padişah Vahideddin ile görüştü. Padişah, Mustafa Kemal'e "devletin kurtuluşu için ulvi görevle­rinde başarılı olması" temennisinde bulundu. Mustafa Kemal, Harbiye'den "kar­deşim" dediği Adana'lı yarbay Mehmet Arifi, kendisine ikinci kurmay başkanı olarak seçmişti. Birlikte Bandırma vapuruna bindiler. 19 Mayıs 1919 günü sa­bahleyin saat altı sıralarında Samsun'da Anadolu'ya birlikte adım attılar. Görünüşte Mustafa Kemal, padişaha ve hükümete bağlı olarak Samsun'dan, Anka­ra, Diyarbakır, Trabzon ve Erzurum'a kadar Anadolu'nun doğu bölgesindeki valilerin idari amiri, aynı zamanda denetleme görevi yapacak, "asayişi sağlayacak yetkilerle donatılmıştı.
         ARİF'İN "AYICI OLMASI"!..
         Mustafa Kemal, Anadolu'da gelişen milli mücadelenin lideri olarak Kongre­leri yapıp Ankara'ya geldi. TBMM'nin Reisi oldu. Arif'de 11. Tümen kumandanı unvanıyla Adana'nın kurtuluşu için Pozantı cephesine gönderildi. Nisan 1920 içinde Bolu isyanlarını bastırmak üzere İNEGÖL taraflarına geldi. Bir yandan eşkıyaları takip ediyor, diğer yandan da Yunanlılara karşı batı cephesini takviye ediyordu. Bir gün  Mezitli ormanlarında üç aylık bir ayı yavrusu bulundu. Arifin karargahına getirildi. Ayı yavrusu gayetten sevimli idi. Verilen sigaraları içiyor, genç kızları ve kadınları gördüğü zaman dikkatle bakarak aşk şarkıları söylüyordu. Arif, sevimli ayısı ile o kadar iyi arkadaştı ki zaman zaman onunla el şakası yapar, hatta güreşirdi bile. Kendisini ziyarete gelen kumandanlara da ayısını gösterirdi. Hatta bir keresinde Ali Fuat Cebesoy yanına geldiğinde ayısını makam arabasının arkasına bile oturtmuştu. Araba çalıştığında ayı bulunduğu yerden atlayarak kaçmış, korkusundan altını bile ıslatmıştı... Arifin bu garip merakı onun adını "AYICI ARİFE" çıkarmış­tı. Cephe görevini yaparken üzerine giydiği paltosunun yakaları bile ayı postuna benziyordu. İnönü, Kütahya savaşlarında görevini başarıyla yaptı. Sakar­ya savaşında Mustafa Kemal'in en yakınında bulunan yardımcısı idi.Ancak bu
arada garip bir hal oldu: ARİF, sürekli olarak İnönü'nün aleyhinde konuşuyor­du. Her halinden kıskandığı belli idi.
         Mustafa Kemal, kader arkadaşı, sırdaşı ve dostu olarak gördüğü Adanalı ARİF'in 1923 yılındaki seçimlerde Eskişehir'den milletvekili olmasını sağlamıştu. Buraya kadar her şey iyi gitti…

PAKSOYLARIN ADANA’DA İMPARATORLUK KURMALARI!

-Tarihi belgelerde Bağdadiler olarak geçen Paksoylar, 19. yüzyıl sonlarında Adana’nın en zengin çiftçileri oldular.
-1909 Adana iç savaşında Paksoylar Ermeniler tarafından ağır şekilde suçlandılar.

     Nisan(l998) ayı içinde bir yakınımı ziyaret için Adana şehir merkezinden ayrıldım. Havutlu köyünden güneyde Seyhan nehrinin kıyısındaki kanalı izleyerek Gümüşyazı köyüne kadar gezi yaptım. Çukurova’nın canbiter toprakları ilkbahar ayında seyretmenin doyumsuz keyfini yaşadım o gün... Portakallar çiçekleri açmış, buğday başağa durmuş, bağlar bahçeler börtü böcek uyanmış... Birbirleriyle sarmaş dolaş olmuş... dölleneceği anları... vereceği ürünleri sunmanın gayreti içindeydi. Hani Adana’nın “en” zenginleri içinde isimleri geçen PAKSOYLAR veya tarihi belgelerdeki Bağdadiler ailesinin çiftliğinin bulunduğu yere gelmiştim. Genç bir köylüye sordum: “Bu topraklar kimlere ait” ...Köylü: “-Gözünün gördüğü her yer PAKSOYLARINDIR”... Binlerce dönüm arazi ...ürün adeta topraktan fışkırıyor, sahipleri zenginleşiyor... Seyhan nehrinin binlerce yıldan beri dağlardan vadilerden sürükleyerek getirdiği milli kara topraklar aşağıdaki Yüreğir ovasında “can biter” tarlaların olmasını sağlamış.

...MISIR’DAN ADANA’YA DOĞRU UZANAN “SERENCAM”...

Mısır’la Adana’nın kaderleri tarihin başlarından beri nerede ise ortak. Nil nehri Mısır’a, Seyhan-Ceyhan Çukurova’ya hayat verir. Bütün zamanlar boyunca Çukurova’dan Mısır’a... Mısır’dan da Çukurova’ya kaçan göçenler olmuştur. İşte böylesi bir olay sonucu l780’li yıllarda Mısır’daki kabileler arasındaki kavgadan dolayı kaçarak Adana’ya gelen Şeyh Muhammed, sarısıcağa, sıtmaya, sineğe dayanamaz. Halep’e döner. Halep Vali Paşasının yanında askerlik yapmaya başlar. Padişah’tan gelen buyruk üzerine Bağdat Valisi “Asi” görülmüş, yakalanması istenmiştir. Şeyh Muhammed Halep Valisi ile Bağdat’a gider, Asi Vali yakalanır, İstanbul’a yollanır. Muhammed hem asker hem de “ehli keyf” bir ademoğludur. Halep’teki karısını unutur, Bağdat’lı bir hanımla evlenir. Halep’teki eski hanımının Bağdat’a sefer yapması, şeyh Muhammed’in yeni hanımı ile kavga ederek kocasına sahip olması olayı aile tarihinde hiç unutulmaz. Şeyh Muhammed, bir müddet Bağdat’ta “Aşar memurluğu” yapar. Zarar eder... Sonra ver elini yeniden Adana... Sarıyakup mahallesine yerleşme ve ölüm... Sonrası oğlu Abdülkadir’in “Bağdadi” şöhretiyle Adana tarihinde ön plana çıkması.

...GÜMRÜK MEMURLUĞUNDAN PAMUK TÜCCARLIĞINA...

Taşköprüden yörükler, Türkmenler geçerdi yaz-bahar aylarında... Zaman zaman da hac ve tüccar kervanları... Köprü üzerindeki “bac kapısı” aynı zamanda gümrük merkezi gibiydi. Deveden 3 akça, koyundan, keçiden 2 akça, insanlar geçerse de kelle başına bir miktar akça “köprüden geçiş” parası alınırdı. Adana’ya yağ gelir, tuz gelir, sepetler içinde veya torbalarda “penbe” adı verilen pamuk da gelirdi. Vali efendinin vilayet bütçesinin önemli gelir kaynağı da köprüden geçiş vergisi (bac’ı) almaktı.

Herneyse... Abdülkadir, “paranın tadını” köprü geçiş bac alma memuru iken aldı. Görevini bıraktı. Büyüksaat yakınlarındaki Büyükhan’da toptancı manifatura ve bakkaliye esnaflığına başladı. O civardaki Ermenilerle de yakın ahbaplığı vardı. Piyasa Ermeni ve Rum tüccarların elinde idi. Abdülkadir’in onlar arasında zenginleşmesi bir hayli zordu ama, uyanık fikirliliği ve talihi yardım etti... Mersin’e kadar gider gelir, Avrupa’dan gelen malları atlarla Adana’ya taşır, piyasaya dağıtırdı. Kısa zaman da çok para pul sahibi oldu. Adana’nın ünlü ağalarından YEĞENAĞA, Bağdadinin dükkanına gelir, gider... Yakın ahbap olurlar. Yeğenağa sıkışır, Kuranşa’daki 1500 dönümlük çiftlik arazisini Bağdadi’ye satma teklifinde bulunur... Yıl 1874... Abdülkadir, zar zor elindeki birikmiş parayla tarlayı satın alır. Bir hayli de zengin olmuştur o sıralarda... II. Abdülhamit zamanında Adana Belediye Başkanlığına da seçilir. Siyasi gücü de artmıştır. Mamuklu tarla, Kuranşa, Karaahmetli, Kumrulu, Yeniköy, Narkulak, Zeamet köylerinden tam tamına 35.000 dönüm arazi satın alır Bağdadi Abdülkadir... Ağaların ağası olmuştur.. .Adana valilerinden Akif Paşa’nın Narkulak’taki tarlasını da alır.

Çiftlikler, hanlar, binalar, “karun gibi” zengin olur... Bağdadi Abdulkadir... Bu durumdan Ramazanoğulları hoşnut olmaz. Çünkü Adana’nın fetih ve Türklük tarihine damgasını vurmuş Ramazanoğulları 19. yüzyılda giderek zayıflamış, diğer aileler ön plana çıkmıştır. l890’lı yılların ünlü vali Bahri Paşa’da, Ramazanoğullarından bir kızı oğluna alır, yakın akraba olur... Ermenilerde rahatsızdır Bağdadi’den... Çünkü 1858 yılında çıkarılan boş arazilere, meralara, mezralara “şahısların mülk edinmesini” sağlayan kanun çıktığından beri Yüreğirovası’nın can biter topraklarını ele geçirmelerinde karşılarına “müslüman” bir rakip çıkmıştır. Bağdadi Abdülkadir, 1861-1864 yıllarında devam eden Amerikan iç savaşı esnasında Avrupa pazarlarına pamuk gelmemesinden de istifade etmiş, çiftliklerinde ürettiği, piyasadan satın aldığı pamukları dışarıya satarak büyük kazançlar da sağlamıştır.

...SOKAK ARALARINDA ÖLMÜŞ İNSANLARIN “DONLARINI ÇIKARDILAR”

1909 yılı Nisan ayının l4’ünde Adana’da Türkler ve Ermeniler arasında “iç savaş” patlak verir. Görünürdeki sebep “31 Mart Vak’ası” olarak da İstanbul’daki “irtica ayaklanmasının” çıkması, Hükümetin otoritesinin sarsılması ve arkasından Adana’da da Ermeni papaz Muşeg’in kışkırtmaları sonucu Ermeni ve Türk mahalleler arasında kıyasıya bir çatışmanın başlamasıyla iç savaş çıkmış oldu.

İĞTİŞAŞ adı verilen “Adana iç savaşı” Nisan l909’da günlerdir sürdü, Karaisalı’dan gelen Redif (Yardımcı) askerlerin olaylara müdahalesi ile Selanik’ten gelen Osmanlı askerlerinin müdahalesi sonucu isyan önlenebildi.

Ermeniler, Adana iç savaşının çıkmasının asıl sebebi olarak Bağdadi Abdülkadir’i gösterdiler. Bağdadi’nin, Adana’daki bütün kötü işlerin sorumlusu olduğu, Adana çiftlik ağalarının toplandığı Ziraat Kulübünde halkı Ermenilere karşı kışkırttığı ileri sürüldü. Bağdadi Abdülkadir’i suçlayan Ermenilerin liderliği Sis’ten Adana’ya gelen Ermeni Komitacı ve Bucak yöresinde çiftliği bulunan Karabet GÖKDERELİYAN ile Adana’da avukatlık yapan Karabet ÇALLIYAN idi. Her ikisi de Ermenilerin Hınçak örgütü üyeleriydiler. Olayların bitiminde hem Bağdadi Abdülkadir ve hem de Ermeni Gökdereliyan aynı binanın ayrı odalarına hapsedildiler. Gökdereliyan odasının penceresinden/kapısından BAĞDADİ’ye bağırır: “Abdülkadir Efendi seni ve beni asmazlarsa ortalık rahatlamaz(!)”...

Adana iç savaşı bir yerde Çukurova’nın verimli topraklarını ele geçirmek, Ermeni devleti kurmak isteyenlerle onlara karşı koyanların (Türk ve Müslüman eşraf, çiftlik sahiplerinin) bir mücadelesidir. Savaş sonrasında binlerce insan öldü. Adana harabeye döndü. Sokak aralarından Belediye arabalarına yüklenen cesetlerin “donları çıkarılarak” sünnetli olup olmadıklarına bakıldı. Bir kısmı mezara, bir kısmı da açılan çukurlara veya Seyhan nehrine atıldı.

BAĞDADİLER’İN (PAKSOYLAR’IN) Çukurova’daki serencamlı tarihlerine bakınca... Gümüşyazı köyündeki geniş arazilerdeki buğday başakları, Seyhan nehrinin suları, yer gök her taraf gözüme “kan kırmızısı” görüktü.


ÖZDEMİR SABANCI'YI KİMLER, NİÇİN ÖLDÜRDÜLER!

   -Özdemir Sabancı Suikastından sonra örgüt  yayınladığı bildiri ile Sabancıları “Adana’da Ermeni mallarını ele geçirmekle” suçladı.
   -Sabancılar ile ilgili suçlamalar ve iddialar doğru muydu?


     9 Ocak1996 tarihinde İstanbul'da bulunan Sabancılara ait  gökde­lenin üst katına çıkan DHKP-C örgütünden Mustafa DUYAR, tabancasını doğrultup Özdemir Sabancı'ya kurşunları boşaltırken "düşmandan intikam aldığı" düşüncesini taşıyordu. Kendisine yardımcı olan Adanalı Fehriye ERDAL olay esnasında şaşkınlık içinde "zafer" sarhoşluğu ile öteye- beriye koşturdu. Kulakları sağır eden silah sesleri ve gürültülerden sonra çalışma bürosun­da sere serpe kanlar içinde yatan cesetler Türkiye'de işlenen siyasal amaçlı bir cinayetin kurbanları idi.  Söylentilerine "bakılırsa "komprador ağa patron düzenin" sorumlusunu cezalandırmışlardı. Çaycı kız Fehriye ERDAL, bir yerde hemşerisi Özdemir SABANCI'yı, Adana'da belki de hiç görmemişti. Paksoy Kız Lisesinde okurken, zaman zaman yanı başından geçtiği Atatürk Parkı civarındaki Sabancılara ait bahçeli evleri belki seyretmişti.
         Kader işte... Yıllar sonra hemşerisinin ölümüne sevinen ve zafer gülümsemesi içinde olay yerinden kaçmaya çalışan Fehriye'nin kalp atışları, he­yecanları, duyguları benliğinde fırtınalar estirirken Türkiye bir kaos'un içine doğru sürükleniyordu.
         ... MALLARI VE MÜLKLERİ SABANCILARA GEÇERKEN...
         Daha Eylül ayı başları 1919 tarihinde Erzurum'dan Sivas'a yeni gelen Mustafa Kemal, Kayseri'nin önde gelen eşraf ve tüccarlarından Nuh Naci ile görüşürken, ilerde gündeme gelecek milli mücadele sonrasında Fransızlar ve işbirlikçileri Ermeniler Adana'yı terk ederlerse onlardan kalan fabrikaları çiftlikleri çalıştıracak üretimi canlandıracak müteşebbis insanlara ihti­yaç olacaktı. Mustafa Kemal, Nuh Naci'ye "düşmanın Çukurova'dan ayrılması halinde' Adana'ya gitmeleri gerektiği" tavsiyesinde bulunuyordu. Çukurova'da kuvayi milliyecilerin düşmanı kovmak için yaptıkları mücadele­den sonra 20 Ekim 1921 tarihinde Fransızların Adana'yı terk edeceği belli olmuştu. Fransızlara iki ay kadar da süre verilmişti.  20 Aralık 1921 tarihi itibariyle son Fransız askeri Adana vilayetini terk edecekti. Fransızların ayrılışı biraz yavaş sürdü. Son yüklerini Mersin'e taşımak için iki hafta kadar süre istediler. 5 Ocak 1922'de son Fransız trenleri Adana'dan ayrılırken Kayseri'nin Ağcakaya köyünden Hacı Ömer Ceyhan'a gelmişti bile. Hemşerisi Nuh NACİ (Yazgan) ve diğer Kayserililer de Adana'ya gelmişler. Ermeni, Rum ve diğer gayrı müslimlerden kalan fabrikalar, hazine desteğiyle işletilmek üzere ellerine geçmişti bile. Kayserililer o günlerde Hacı Ömeri işyerlerinde "hamalbaşı ve simsar" olarak görmekten mutluydular. Sonrası Hacı Ömer, tutumluluğu, fırsatları iyi değerlendirmesi ile kısa zamanda zengin bir tüccar oluvermişti bile. 1930'lu yıllarda Adana'nın en fazla vergi verenler içinde adından bahsediliyordu.
         ERMENİ,GÖKDERELİYAN'IN: ÇİFTLİĞİNİN SABANCILARA GEÇTİĞİNİ...
         Adana cehennemi bir sıcaklığın insanı buram buram terlettiği bir günde Haziran (2000) içinde Adana'nın meşhur çiftçilerinden Muhittin GÜLOĞLU tarih sohbeti için Adana Fen Lisesi'ne beni ziyarete geldi. GÜLOĞLU, özel­likle kurtuluş savaşından sonra çiftliklerin el değiştirmesi konusunda uz­man idi.  Çukurova'nın sarı sıcağından elleri nasırlaşmış, derisi kahveren­gine dönmüş, gözlerinin feri gitmesine rağmen cin gibi zekasıyla bildikle­rini açıklıyordu,GÜLOĞLU...
         “-Adana'da kurtuluş savaşında sık sık ismi geçen GÖKDERELİYAN'ı tanırmısın” diye sorduğumda
         “ Evet tanımaz mıyım. Madama'nın çiftliğinin sahibi derlerdi. O çiftliği şimdi Sabancılar aldı. Adana'nın aşağısında SEYHAN'da dır. Verimli arazidir.”...
         “Gökdereliyan'ın çiftliği olduğundan emin misin?” diye sordum.
         “Evet, herkes bilir, Gökdereliyan'ı”.
         1930'ların sonralı belki de 40'lı yıllarda Adana'nın Yüregir ovasındaki Madama'nın çiftliğini satın alan Sabancılar ailesi, kanlı kinli bir yılanın üzerine bastıklarından haberleri yoktu bile ! Hoş zaten Çukurova tarihini bi­lecek, anlatacak olanların sayısı da azalmıştı ya... Tarihçi geçinenlerin çoğunluğu da bir papağan gibi okuduklarını ezberleyen ve ezbere anlatan esatirciler durumundaydılar. Güloğlu'nun açıklamalarına bakılırsa Sabancı­lar, sadece GÖKDERELİYAN'ın çiftliğini satın almakla kalmamışlar, Adana'nın yerlilerinden GÜLBENKYAN ailesine ait yeni fabrikaya da sahip olmuşlardı.
         KAN VE KİN DOLU BİR YOLDA YÜRÜYENLER...
         Osmanlı Arşivinin tozlu raflarında bulunan milyonlarca belgenin dilin­den anlayanlar bilirler, yaşanmış bir tarihin tanığı durumundaki bu bakir bilgi kaynağının insanlığa anlatacağı o kadar çok şey var ki... Osmanlı Devlet adamlarından Hüseyin Nazım Paşanın defterinden 9 Ağustos 1892 tarih­li bir raporu okuyunca irkilmemek mümkün değil... Çukurova şehirlerini, Ada­na’yı , Kozan'ı, Haçin'i, Payas'ı ve diğer şehirlerde silahlı isyan düzenle­yerek kana boyamak isteyenler hakkında casus raporları yayınlanıyordu. Raporun çok az sadeleştirilmiş metni şöyle:
         “Londra ve Marsilya'da çalışan Ermeni komitelerinden Adana ve Anadolu’da ki işbirlikçilere gönderilen mektubun tercümesidir.
         Üstün görevli HABEDYAN!
         Ne şekilde hareket olunmak lazım geleceği; ve gammazların gammazlıkla­rından ne suretli korunacağı zaten basılı yayınla tarafımıza dahi gön­derilmiş olan ilanlardan bilginiz olmuştur.
         İşte bu mektubumuzla da örgüt başkanlarına gerekli olan gizli emiri bildiriyoruz.Slav ve nihilist (inkarcı) örgütleri ile Avrupa'da bulunan diğer bu gibi örgütlerden gönderilen şeyler zaten gönderilmiş ve yerleri­ne ulaşmaları haberi de tarafımıza gelmiştir. O eşyayı çoğaltarak kullanma­ğa çalışınız. Fakat teşebbüsünüz gizli tutulmalıdır. Orada bulunan örgüt liderlerinin  daima aralarında  kuvvetin ancak  birlik ile hasıl olabile­ceği genel kuralına uyunuz. Çapli der Havundi Havund adında olan bu adam Adana vilayeti dahilinde Çay köyü halkından bir papazdır. Elizabet ile be­raber iyice koruyunuz. Hükümetin eline geçmelerine meydan vermeyiniz. Zira hükümetin eline geçecek olurlar ise kurtulmalarına imkan yoktur.
         Bir kişi için yeterli şeyler gönderilmiş ve dinamit için gereken emir dahi verilmiştir. Üç yüz atlı Adana'ya, altmış atlı Payas'a, ikiyüz atlı Maraş'a geceleyin hemen baskına gönderilmeli. Hücumları gizli olmalı. Bu hareket ve girişim çok gizli tutulmalıdır. Ve bir de ölüleriniz için dua ediniz. Size ne zaman bir telgraf çekilir ise ihtilal (darbe) harekatına o vakit girişiniz. O vakte kadar Hükümeti(Adana Valiliğini) gaflete daldı­rarak valiler ve mutasarrıfları, kaymakamları güzel sözlerle aldatarak ve kendilerine fazlasıyla muhabbet göstermek suretiyle Ermenilerin teşebbü­sünden zerre kadar şüphelenmelerine mahal bırakılmaması... Velhasıl kendi­lerinin son dereceye kadar korunmaları gereklidir.
         İsyanın ne suretle gelişeceği bilginiz dahilinde olup öncelikle isyan hareketinin telgraf telleri kırılarak ve memurları tutularak VALİ konağı basılarak büyük memurlar Vali dahil öldürülüp, idam edilerek, hükümet hazi­nesi ve diğer para olan yerler bastırılıp yağma edilerek  korunan silahla­rı ele geçirilip, hapishaneleri açıp  tutukluları serbest bırakarak , Kıb­rıs 'da bulunan  İngiliz komitesi yardımıyla ihtilale (darbeye) dair Avru­pa'ya telgraflar çektirerek  sonuçlandırılması gerekir. Fakat ihtilalin ol­duğuna dair çekilecek bir telgrafla, ihtilalin gerçekleşeceği gecenin ilk akşamı çekilmelidir.
Büyük Ermenistan'da bulunan komiteler dahi böyle yapacaklardır. Amerika’dan gelenler derviş kılığında  , Atina'dan gelenler köylü kisvesinde, Fransa'dan gelenler Kürt çobanları kıyafetinde, İngiltere'den gelecekler ise din öğrencisi kıyafetinde, İsviçre’den gelecekler deveci kıyafetinde, İtalya'dan gelenler Arnavut kıyafetinde gelip Adana'da birleşeceklerdir. Almanyalı gönüllüler Fellah kisvesiyle isyana katılacaklardır. Her sınıf halkın düşüncesini yeni haberler ile tahrik ve artırınız. Özel yazılmış mektup Armenia gazetesiyle beraber yerlerine ulaştırılmıştır. Adana'da bulunan KASPARYAN'a tenbih ediniz ki Armenia gazetelerini halka iyice okutsunlar. KİLİKYA/ ADANA taraflarında elde edilen casuslara ait maaşlar GÖKDERELİ KARABET'e gönderilmiştir. Gerekli maaşları hakkıyla dağıtsın".


ADANA’DA KAÇ KAÇ GÜNLERİ YAŞANIYOR

-Haziran ve Temmuz 1920 aylarında Türklerin Adana şehir merkezinde Türk mahaller yakılmaya ve insanlar öldürülmeye başlandı.
-Vali konağının güneyinden ve Seyhan nehrini izleyen Türkler, öncelikle Şeyh Cemil’in bulunduğu yere, sonra da Torosdağlarına doğru kaçmaya başladı.
-Kaç kaç günlerinde gelinlik kızlar “Yastığım taş oldu” ağıdını söylediler.

 KAÇ KAÇ GÜNLERİNDE YAŞANANLAR  
    İnsanların canını korumakta zorlandığı günleri düşünün. Her gün basılan yakılan yıkılan evler, öldürülen insanlar. Kin ve intikamın düşmanlığın kol gezdiği… İnsanların yaşamakla ölmek arasında tercih yapmaya zorlandığı günler. Adana tarihinde de böylesi acı günler yaşandı. Özellikle 10 Temmuz 1920 tarihinde yaşananlar Adanalılar’ın evini barkını bırakarak canlarını kurtarmak üzere şehirden ayrıldığı kaçtığı gün oldu.
    Sabahleyin başlayan Ermeni saldırıları dayanılacak gibi değildi. Vali konağının güneyinde açık bırakılan bir alandan insanlar kaçmaya başlardılar.  Atları ile arabaları ile, yaya olarak, bohçaları ile… Geride atalarından miras kalan evlerini bağlarını, işyerlerini bırakmışlardı. Evlerinden vatanlarından sökülüp atılan insanların perişan hali idi yaşananlar.  Kaçkaç’a gidenler öncelikle Seyhan nehrinin kıyısındaki Akkapı’ya Şeyh Cemil’in konağına uğruyor, Orada kendilerine ikram edilen bulgur pilavı ve ayranı içiyor, sonra da Kuvayı milliyecilerin yardımları ile daha kuzeye Karahan köyüne, Karaisalı ve Pozantı vadilerine doğru gidiyorlardı. Onların gidişi aynı zamanda bir kaçış idi. O günlerde şehri terk edenleri izleyen düşman uçakları üzerlerine bomba veya ucu sivri kuyruklu  füzeye benzer demir parçaları atıyorlardı.  Kaçkaç günlerini Adanalı yazar  Abdülkadir Bilginer kaleme aldı ve o günleri yazdı:
     “Bizler dikenli ve tozlu yollarda, kuşları uçurtmayan, kasıp kavuran güneş tepemizde, etrafımızda vicdansız süngülü askerler arasında çok sayıda durup dinlenmeden yürüyorduk.
     Askerler arasında çok sayıda Ermeniler de vardı. Ellerine istedikleri fırsat geçmiş, bizlerden intikam alıyorlardı. Ara sıra Âlçak Dacikler” deyip gülüyorlardı. Dacik, Ermenice “Türk” demekmiş. Kafilenin arasına tüfeklerle giremiyorlardı. Canı yananlar bu hadise çıkarabilir korkusu vardı. Bir ara solumuzda acı bir kadın sesi, bağırışlar, itişip kakışmalar oldu. Yaşlı bir nineye “Çabuk yürü” diye dipçikle vurmuşlar.  O anda ufak tefek homurdanmalar dışında yürüyüş oldukça sakindi. İhtiyar nineye yapılan bu alçaklığa halk dayanamadı. Askerlere saldıranlar bile oldu. Fransız askerleri daha çok ateş açarak halkı tehdide başladılar.  Askerlerin bütün güvenceleri havaya silah sıkmaktı. Ermeni olduğu anlaşılan bir asker ise “Sinirlenmeyin sonunuz daha fena olur” dedi ve yürüdü…
   Temmuzun onuncu günü şehir bir mezbaha halini aldı. Yarım saat sonra tertip edilen ihtilal başlamış şehrin Ermenilerle meskun olan tarafından cehennemi bir ateş açılmıştı.
Yollarda sokaklarda bir çok zavallının cesetleri yatıyor, kızlar kadınlar canlarını kurtarmak için yalın ayak, aç-açık Temmuz güneşinin kızgın alevleri içinde yükselen kesif tozlara boğularak akın akın hicret ediyordu. Anasını kayıp eden yavrular, göğsü delinmiş, yavrusunun üzerine kapanan ak saçlı analar, namusu üzerine titreyen bakirelerle ovalar, obalar dolmuştu.
    Sırtlan sedaları bu kafaların arkasından yükseliyordu. Günler geçti, gülistan gibi kıymetli memleketimiz baykuş yuvalarına döndü. Kanlı eller saf Seyhan kıyısında yıkandı. Türk hazineleri yağma edildi. I0 Temmuz Karagün, binlerce İslam mezarının açıldığı gündür”(1)
Kaynak: Kaç Kaç ile ilgili yazı için bak. Yeni adana Gazetesi, sayı 124 (10 Temmuz 1337) Pozantı-1921

   

ÇUKUROVA’DA FRANSIZ İŞGALİ BAŞLADI

-Fransızlar, 17 Aralık 1918 tarihinde Mersin’e çıkarma yaptılar. Ertesi 18 Aralı günü de Adana istasyonuna gelmişlerdi.
-Ermeni göçmenlerde Adana’ya geldi ve çadır kamplara yerleşti.
-Fransız kumandanın ilk emri resmi binalardan ve okullardan Türk bayrağını indirin oldu.
-Türkler işgal günlerinin acı gerçekleri ile karşı karşıya geldiler.
-Sayıları 5 bini bulan Ermeni silahlı lejyoner askerleri cinayetler işlemeye başladı.
    
17 Aralık 1918
     Bugün Akdeniz’in mavi sularında hareketlilik oldu. Denizin dalgaları ve arkasından köpükler saçarak ilerleyen savaş gemileri Mersin iskelesine yanaşmaya başladı. Kapaklar açıldı. Miğferli, silahlı askerler inmeye başladı. Atları, tankları, uçakları, topları ile gelmişlerdi. Askerlerin limana gelmeleri esnasında onları karşılayarak “Hoş geldiniz” diyenlerin görüntüleri farklıydı.  Papaz kıyafeti ile olanlar,  Avrupa’nın en şık mağazalarından giyinen Levanten (doğulu görünen ama soyları Avrupalı) insanlar, tüccarlar, misyoner okulu öğretmen ve öğrencileri ile görev gereği orada bulunması gereken Osmanlı memurları.  Sonra anlaşıldı gemiden inenlerin başında Yarbay Romyo ve 1500 kadar asker vardı. Bu askerlerin 150 kadarı Fransız asıllı diğerleri ise Ermeni Lejyonu (Legion d’Armenien) askerleri idi. Özetle gelenlerin tamamına yakını Fransa bayrağı aklında savaşmaya gelen Ermenilerdi.
Fransız kumandanın arabasına binerek Mersin’in ana caddesinden ilerlemesi esnasında güller atarak çılgınca alkışlayanlar vardı ki dilleri dinleri farklı idi onların…
    Ertesi 18 Aralık günü Mersin tren istasyonuna doluşan Fransız askerler  lokomotifin çalışması ile gözden kayboldular. Aynı tren Adana’ya geldiğinde de benzer manzaralar vardı.  Adana Valilik mensupları ile şehirde bulunan Batılı misyon temsilcileri Fransız General Hamlin ve askerlerini törenle karşıladılar.  Hamlin’in şehre girişi esnasında Fransız, Yunan, İngiliz ve Türk bayrakları beraber asılmıştı. Bu görünüş bölgenin yönetiminde yeni ortakların olacağını gösteriyordu(1). Adana’ya gelen Fransız askeri gücü ve kumandanlığı görevlerinin “Kilikyayı Kontrol” olduğunu açıkladılar.  Osmanlı’nın geri bıraktığı, medeniyetten uzaklaşan fakir ve geri kalan Adana ve civarında toplumsal gelişmeleri sağlamak için gelmişlerdi.
     Aslında görünen manzaranın resmen düşman bir ülkenin askerlerinin Adana’yı işgal olduğunu bilmemek için kör ve sağır olmak gerekiyordu. Fransız ve İngiliz ortak askeri işgali daha erken bir zamanda  Kasım ayı içinde İskenderun limanına gelmişlerdi. Fransızlar 400 kişiyi bulan askerleri ile 10 Aralık 1918 günü Payas ve arkasından da Dörtyolu kontrol (işgal) ettiler(2). Gelenler içinde bulunan gözü dönmüş Türk düşmanı Ermeni asıllı askerlerin hanelere tecavüzleri, baskın ve yağmalarda bulunmaları gecikmedi. Dörtyol’un Özerli köyüne saldıran Fransız bayraklı Ermeni silahlılar Muhtar Mehmet Ağa ile  Yusuf Ağayı yakaladılar. Fransız kumandanın yanında dipçik ve süngü ile öldürdüler. Olaya dayanamayan Ömer Hoca oğlu Mehmet Çavuş “Kara Mehmet” silahına sarıldı. Zulüm sergileyen düşmana karşı ateş açtı. “İlk kurşunu” sıkarak milli mücadelenin kıvılcımını ateşledi. Düşman askerleri bu durum karşısında Dörtyola dönmek durumunda kaldılar. İlk kurşunun sıkıldığı tarih ise 19 Aralık 1918 idi(3).  Mehmet Çavuş ve ona destek veren Kara Hasan çetesi Dörtyol ve bağlı bulunduğu Cebeli Bereket sancağında mücadeleyi başlatmış oldular. Ama 15 Aralık 1918 günü Adana Valiliğinden İstanbul’a ulaşan bir telgrafa göre Osmanlı/Türk askerleri acil olarak önce Ceyhan’ın batısına, Adana şehrine ve kısa süre içinde de Toros geçitlerine Pozantı’dan öteye Niğde ve Kayseriye çekileceklerdi.  Tarihlerin 25 Aralık1918’i gösterdiği gün Pozantı şehir merkezinde Fransız kumandan askerleri ile karakola yerleşti, ülkesinin bayrağını dalgalandırdı. Az ilerdeki Akköprü ve Çiftehan’da kontrol (işgal) sınırları içine alındı.
    Bremond,  Adana vali konağında göreve başladığı ilk zamanda yaptığı ilk işi, valilik binasının hemen karşısında ve Seyhan nehri kıyısında bulunan Lise binasındaki Türk bayrağının indirilmesi emrini yerine getirilmesi oldu. Kumandanın emri Lise Müdürü Ramazanoğlu Niyazi Bey’e bildirildi. Niyazi Bey,“Emre uymayacağım” cevabını verdi.  Fransız silahlı  askerler okula kadar geldiler. Ve Türk bayrağı gönderde asılı bulunan yerden indirildi. Bu olay karşısında kısa süre sonra Niyazi Bey, öğretmenler ve öğrenciler eğitime ara vererek Torosdağlarında milli mücadele saflarında savaşmak üzere gittiler.
….

ADANA’NIN SOKAK ÇOCUKLARI…

-Adana Valisi Bahri Paşa, Ulucami’nin batısında Sanayi Mektebini yaptırdı.  Okulun açılışının fotoğrafları da çekildi.
    -Adana sokaklarında başıboş dolaşan çocuklar toplandı ve okula öğrenci olarak yazıldı.
    -Sanayi Mektebi öğrencileri Fransa’nın Adana’yı işgali esnasında birer kuvayı milliyeci kahraman olarak vatan savunmasına da katıldılar.
     Adana Valisi Bahri Paşa’nın gözünden kaçmamıştı, sokaklarda çocukların boş dolaşmaları veya köle gibi çalıştırılarak emeklerinin sömürülmesi…Şehrin nüfusu da hızla artmaya başlamıştı. Ailelerin bakamadığı sokaklara bıraktığı bu çocuklar gerekli eğitim verilmezse her türlü suça karışabilirlerdi.  Onları iş ve aş sahibi yapmak gerekirdi. Vali, bu düşünceler içinde iken aklına aklına parlak bir fikir geldi. Ulucami’nin batısındaki arsa içinde “Hamidiye Sanayi Mektebi”ni açmaya karar verdi.  Ve kısa zamanda düşünceleri gerçekleşti.  Okulun giriş kapısı üzerine Türk bayrakları asıldı. Ve Vali okulun açılışına beyaz renkli kumaştan yapılmış elbisesi ile geldi. O’nu okulun kapısında çocuklar karşıladı. Ve Vali, “Devletimize ve milletimize hayırlara vesile olsun” diyerek açılışını yaptı. Yeni açılan okulu gezdi. Gördüğü manzara karşısında çok memnun idi. Ve o anın fotoğrafları çekildi. Vali’yi memnun eden asıl konu ise okulun öğrenci alınma tüzüğüne sokaklarda başıboş dolaşan çocukların öncelikle alınması ve meslek sahibi olmalarının sağlanması idi. Çocukların toplu halde fotoğrafı çekildi ve üzerine de: “Adana Sanayi Mektebi Şakirdanının (öğrencilerinin) duhulden mukaddem (önceki) halleri” yazıldı.  Okulun kurucuları listesine Vali Bahri Paşa’nın adı “Umum Nazırı” (Fahri Başkan) olarak yazıldı.  Adana’nın önde gelen zengin esnafı okul yönetiminde görev aldı.  Okulda marangoz ustası, tesviyeci, tornacı, ocakcı, arabacı,terzi ustası, kunduracı mesleklerinde yetiştirilmek üzere 81 öğrenci alındı. Bunların 15’i de gayrımüslim (Ermeni) idi.  Ve Adana eğitim tarihinde Sanayi Mektebi’nin açılış tarihi  1900 yılı  olarak deftere yazıldı.
….
Ve aradan yıllar geçti. 1918 yılı aralık ayı ortalarında Adana Fransız işgaline uğramıştı. İşgal kumandanlığı öncelikle okullarda Türk bayrağının indirilmesi emrini verdi. Sessiz ve kendi halinde sokak çocuklarına öncelik tanıyarak hayata hazırlayan okulun müdürü, öğretmen ve öğrencileri bu durumdan rahatsız oldular.  Okulun bahçesinde toplandılar. En ön sırada öğrenciler oturdu. Ve arka tarafta öğretmenler yer aldı. Sıranın en arkasında da üzerinde Osmanlı tuğrası ve yazılar bulunan bez afiş asıldı. İki öğrenci elleriyle bir yazıyı gösteriyordu: “Düşmanı silahımdan ziyade san’atımla ezerim”!... Bu sözlerde derin mesajlar vardı. Bilgi beceri sahibi olmak için okulda eğitim alan çocuklar aynı zamanda yeri geldiğinde hayatlarını ortaya koyacak vatansever olarak yetiştirilmişlerdi. Düşman işgali günlerinde her türlü silahın yapımı tamiri, arabaların çalıştırılması, elbiselerin dikilmesi gibi beceri isteyen işleri onlar yapıyordu. “San’at” sözcüğü akıl ve bilgi tecrübe ile bir işi en şekilde başarmak anlamına geliyordu.
    Bahri Paşa’nın yıllar öncesi sokaklardan toplayarak Sanayi Mektebine alınmasını sağladığı çocuklar Adana’nın en karanlık günlerinde vatan mücadelesinde birer umut olmuşlardı. Onların fedakarlığı ve kuvayı milliye saflarında verimleri mücadele için sadece “isimsiz kahramanlar” demek yerinde olur! “Dünyada eseri olmayanın yerinde yeller eser” derler ya!... Bahri Paşa on yıl kadar Adana’da Valilik yapmıştı ama en çok da sokak çocukları için açtığı Sanayi Mektebi ile hatırlandı.
 Kaynak: Cezmi Yurtsever,” Çukurova Tarihi” kitabından  ve www.cezmiyurtsever.com